top of page

Tıp Fakültesi Günlükleri-9 "Bölüm Sonu"


  

ree

Gece saat 01.10 ve ben bu yazıyı kanepede yazıyorum. Normal şartlarda ne gecenin bu saatinde ne de kanepede yazı yazmak pek adetim değilimdir. En son yazımı yazmamın üzerinden iki ayı aşkın süre okulumun bitmesinin üzerinden ise kırk günlük bir zaman dilimi geçmiş. Anlayacağınız uzun zamandır blog yazmak için her neden olduğunu bilmediğim bir üşengeçlik üzerimdeyken, içimde yazmamakla pek de iyi etmediğim bir his doğunca ne anlatacağımı dahi düşünmeden bilgisayara sarındım. 


    Yaz aylarından pek de hoşlanmadığımı daha önce bir yazımda anlatmıştım diye hatırlıyorum. Bu yazda genel olarak bitmesine gün saymakla geçiyor. Büyük çoğunluğu bitti sayılır bende yazdan şikayet etmekten yeterince bunalmış bulunmaktayım, o yüzden bu konuya teğet geçerek devam etmiş olalım. 


   Aslına bakılırsa uzun zamandır yazı yazmamamın sebeplerinden biri de bu seriye devam edip etmek istemediğimi belirli sıklıklarla kendime soruyor olmamdı. Bu tamamen benim gözlemlerime dayanmakla beraber sanki “insanlar belli bir yaşına kadar iç dünyasını afişte etmeye çok hevesliyken bir noktadan sonra ise gitgide azalan bu heves tam tersine dönüyor: iç dünyasını afişte etmemeye çok kararlı bir tutuma.”. Bu durumun üç açıklaması olabilir gibi geliyor: birincisi reel sorunlarımızın yanında arka plana itilmiş olmaları, ikincisi uzun vadede kimsenin kimseyi anlamaya çalışmadığına dair güçlenen inancımız sonucu oluşan bıkkınlık, üçüncüsü ise “not giving a shit about anything just scrolling.” durumu. Son kısmı türkçe ifade edebilmem için birkaç paragraf yazmam gerekirdi, kusuruma bakmayın. Ben mevsim şartlarına göre değişmekle beraber bu üç durumdan da nemalanıyorum denilebilir. Adı “Tıp Günlükleri” olan bir seride içimi-dışımı, bilinç üstümü-altını nasıl dökmeyi becerebildim bende anlamış değilim ama bir noktadan sonra bu kadar şeffaf olduğum bir yer olması beni rahatsız etmeye başladı. Yine de şimdiki düşüncem ikinci sınıfta da devam etmek yönünde. Öyle sanıyorum ki kendimden bu yıl bahsettiğim kadar bahsetmem. En azından tıpa dair içeriğin bana dair olandan daha fazla olmasını umuyorum diyelim.


    Doğrusunu söylemek gerekirse dönem sonu yazımı böyle tasarlamamıştım çok öncesinde, biraz daha büyük laflar edebilir, keskin yargılarda bulunabilir bir durumda olur gibi hissediyordum. Ama şu an hiç böyle bir halet içinde değilim. Hali hazırda üniversite tercihleri var. Her yerden milyon tane bilgi, tavsiye, çok bilmişler, hiç bilmişler beliriyor. Belki ilerleyen senelerde bu konularda yazarım ama şu an bildiğim tek şey “her yıl bir önceki yıla göre ne kadar çok şey bilmediğimi anlıyor olmam.” 


     Normal şartlar altında şiirle arası olan bir insan değilimdir. Fakat özellikle bu yıl, eskiden benim için hiçbir şey ifade etmeyen kelime bütünleri ara sıra benimle konuşur oldular. Bu yazın başında rastladığım Mendilimde Kan Sesleri (Edip Cansever) şiiri de onlardan biri. Şiirin bir kısmını buraya bırakıyor olacağım, hoşçakalın.


Her yere yetişilir

Hiçbir şeye geç kalınmaz ama

Çocuğum beni bağışla

Ahmet Abi sen de bağışla


Boynu bükük duruyorsam eğer

İçimden öyle geldiği için değil

Ama hiç değil

Ah güzel Ahmet abim benim

İnsan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

Suyunda yüzen balığa

Toprağını iten çiçeğe

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine

Konyanın beyaz

Antebin kırmızı düzlüğüne benzer

Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir

Denize benzer ki dalgalıdır bakışları

Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına

Öylesine benzer ki

Ve avlularına

Ve sözlerine

Ve bir gün birinin adres sormasına benzer

Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne

Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına

Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına

Minibüslerine, gecekondularına

Hasretine, yalanına benzer

Anısı ıssızlıktır

Acısı bilincidir

Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan

Gülemiyorsun ya, gülmek

Bir halk gülüyorsa gülmektir

Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi. 



 
 
 

Yorumlar


bottom of page