Tıp Fakültesi Günlükleri-7 “Sararan Yapraklar"
- zeynepbetulkaya27
- 28 Mar
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Mar

Sanıyorum Eylül ayından bu yana, hem okula hem de yaşamaya dair motivasyonumun ve isteğimin en düşük olduğu zaman dilimi bu aydı. Bu ayın benim için kayda değer tek tarafı Ramazan ayı olmasıydı, kafamın içindeki anlamsız gezintilere ara verip; beraber olmaktan keyif aldığım insanlarla iftar açmak ve iftar sonrası oturmaları aklımda yer edinmiş şirin ve mutlu anlardan. Bu kendi yağında kavrulan isteksizliğimin üzerine bir de gündemin kaosu, gürültüsü, çarpıklığı eklenince, benim dikkat reseptörlerim ortamı terketti. Dün beş dakika boyunca aynı sayfayı okuduğumu farkedince bir irkildim. Duygusal bir stresin sonucu olduğunu tahmin ettiğim bu dikkat dağınıklığının da pek üzerinde durmadım doğrusu, muhtemelen dönemsel ve geçici bir süreçtir.
Duygusal stres günlük hayatımızda pek çoğumuzun maruz kaldığı fakat farkında olmadığı bir duygu durumu. Bana kalırsa kültürel kodlarımızın da etkisi büyük olmakla beraber, birçoğumuz olumsuz duygularımızın, negatiflik, kıymet bilmemek, güçlü durmak kavramları arkasında örtbas edildiği bir atmosferde büyüyoruz. Bu örtbas edilen duygularda birçok sefer kişiliğimizi yönlendiren unsurlar hatta bazen ise fiziksel hastalıklara yol açan nedenler olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle fiziksel hastalıklar konusunda, Gabe Mate’in “Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri” kitabındaki tek tek ele aldığı vakaların uzandığı boyutlar beni çok şaşırtmıştı. Eğer Türkiye gibi gündemin hiçbir zaman tam anlamıyla yatışmadığı bir ülkede yaşıyorsanız, duygusal stresinizi yönetebiliyor olmak yani bir nokta da duygusal dayanıklılığınızı (resilience) sağlayabilmek çok daha fazla önem kazanıyor. Şimdiye kadar yurtdışında çalışmak hiçbir zaman bana cazip gelen bir seçenek olmadı. Ki anladığım kadarıyla, eğer tıp diplomanız varsa ve yurtdışında çalışmak istiyorsanız, belki hayalini kurduğunuz optimum şartlarda olmasa da bir şekilde göçersiniz. Göç eden doktorların “Türkiye’nin stresli bir atmosfere sahip olduğu” gerekçesi şimdiye kadar bana pek makul gözükmüyordu. Çünkü her ülkenin kendine göre problemleri vardı, en azından ülkemin sorunları hem daha bilindik bir yerden hem de göğüs germeye daha değer bir noktadandı. Bu konuda fikrim hala değişmiş değil ama son birkaç haftadır bu konu üzerine tekrar tekrar düşünme şansım oldu. İnsanlarımızın iletişimsizliği yine birbirini duymaktan, dinlemekten aciz kitleler; olur da bir gün göçersem bunun nedeni ne stres ne de ekonomi olucak ama kendimi ifade edebilecek bir güruh bulamıyor olmam olması pek muhtemel.
Birkaç gün önce ramazanın bitiyor olması ve sınavımın da yaklaşıyor olmasıyla, bu bunaltıcı halden kurtulma ihtiyacım doğdu. Motivasyonum bu kadar düşükken, beni biraz daha teşvik edicek bir olaya ihtiyacım vardı. Bunu düşünürken kitaplıkta Ercan Kesal’ın “Hekimlik Sanatı” kitabı gözümü çeldi. Bu kitabın benim için yeri hep ayrı olucak. Geçen yıl ocak ayında Ankara Kitap Fuarında dolaşırken İletişim Yayınları standında tamamen rastgele ilgimi çekmişti. O zamanlar ne doktor olmayı düşünüyor ne de bu fikir beni heyecanlandırıyordu. Ortaokulda Rus yazar Mihail Bulgakov’un “Genç Bir Doktorun Anıları” kitabını okumuştum, benzer bir konseptte Türk birinin anılarını topladığı böyle bir kitap olması ilgimi çekmişti bundan dolayı kitabı satın aldım. Daha sonra Ercan Kesal’ın, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu” filminin senaristliğini yaptığını hatta filmin Kesal’ın mecburi hizmet yıllarında Ankara’nın Keskin ilçesinde pratisyenlik yaparken, yaşamış olduğu bir olay üzerinden ortaya çıktığını duyunca epey bir şaşırmış, kitaba karşı sempatim de artmıştı. Bu kitap beni şimdiki seçimlerim konusunda etkiledi mi, etkilediyse bu nasıl bir yönden gelişti, bilmiyorum. Fakat okuduğum zamanda bana iyi hissettirdiğini hatırlıyorum. Zaten ince bir kitap olan bu hatıratı, tıp fakültesinde altı ayı aşkın bir süre geçirdikten sonra tekrar okuma fikri beni cezbetti. Hiç de fena bir fikir değilmiş, ikinci bir okuma yabancı olarak konuk olduğum kitaba ev sahibi olarak geri dönmüşüm hissiyatı uyandırdı.


Ercan Kesal, kitabında hekimlikten bir sanat olarak bahsediyor. Muhtemelen geçen yıl da dikkatimi çeken nokta bu pek de alışılagelmemiş yaklaşımdı. Bu aralar okul konusunda dile getirdiğim en sık şikayet, elit bir meslek lisesinde okuyormuşum hissiyatı. Açıkçası bunun neyin noksanlığından kaynaklandığını açıklamakta zorluk çekiyordum. Kimi zaman bilim demek kolayıma geliyordu fakat sorunun bu olmadığının farkındaydım. Bu kitabı ikinci defa okuyuşumda, bir süredir cebelleştiğim duygularıma tercüman oldu diyebilirim. En azından sorun benim nezdimde, bilgiden daha ziyade kültürle alakalıydı. Bu konuda Ercan Kesal benden çok daha deneyimli bir insan olduğundan, bu konuyu onun cümleleriyle izah etmek çok daha doğru olucaktır.
“Evet, hekimlik bir sanattır. İnsanı anlama, dinleme ve ona dokunma sanatı. Modern tıp ve kapitalizm, her ne kadar sağlık sistemini pazara, ilaçları tüketim malzemesi, hekimi de satış elemanı yapmaya çalışsa da, pirimiz İbni Sina’dan öğrendiklerimiz yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Hekimliğin aynı zamanda şairlik, feylesofluk ve edebiyatçılık olduğunu biliyoruz. Hastalık yoktur, hasta vardır. Hasta insandır. Her insan kendine özgü ve biriciktir. Her insanın kendine özgü tedavisi de kendine özgüdür. Hastayı, bir bulgular dosyası haline getiren sistemin karşısında, hastaya dokunan, onu dinleyen, onunla diğerkam olan hekimler, gerçek hekimlerdir.” (sayfa121)
“Sanatla uğraşan doktor iyidir yada kötüdür diye bir genelleme tabii ki yapılamaz. Ama modern tıbbın hastaya bütüncül bakmayı unutmaya başladığı, onu bir nesne, bir isim gibi algıladığı günümüz dünyasında sanatla hemhal olmuş, hastasını dinlerken sadece ağrıyan yerlerine değil, sosyal hikayesine de kulak veren duyarlı hekimlere daha çok ihtiyacımız vardır. Brecht’in şiirindeki işçinin hekime söylediği gibi: ‘Ciğerimdeki lekeyi soruyorsun ama evimin duvarındaki lekeyi sormuyorsun.’” (sayfa132)
Aynı zamanda Kesal bir çok yerde hekimliği “hikaye biriktirme sanatı” olarak tanımlıyor. Bu nokta çok heyecanlandırıcı. Esasında ne taraftan bakmayı tercih ettiğine bağlı olarak insanın içinde kıpırtılar oluşturan bir çok husus var. Fakat çoğunluğun baktığı taraf bariz olduğundan yeşermeden sararıyor bu yapraklar. Öyleki oyunun kuralları istediğimiz gibi değil diye de köşeye geçip ağlayacak yaşı geçeli biraz oldu. Aynı Kesal’ın da kitapta okuyucuya veda etmeyi tercih ettiği sözler gibi, “Yeryüzü bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Bir büyük sofranın tesadüfen bu çağda yerini almış misafirlerinden başkası değiliz. Nasibimize düşeni alıp sofrayı dağıtmadan edebimizle kalkıp gideceğiz.” Hoşçakalın.
Comments